dc.description.abstract | Bu bildiride, çağdaş antropolojide temel bir metodolojik sorunsalı
ele alıyorum: sahayı temsil etme meselesi, ve bununla ilişkili olarak,
araştıran ile araştırılan özne arasındaki ilişki ve etkileşim. Öncelikle, bu
sorunsalın kültürel eleştiri, aktivist antropoloji ve eylem araştırmaları bağlamında
ne şekilde ele alındığını değerlendireceğim. Sonrasında, uluslararası ölçekte
gitgide yaygınlaştığını gözlemlediğimiz, yerel katılımcıların araştırma
sürecinde etkinleştirildiği bir sosyal bilim anlayışının olanakları ve
sınırlılıklarını, bazı önemli metodolojik ve etik soru(n)lar üzerinden
tartışacağım. 1970’lerde ortaya çıkan kültürel
eleştiri literatürü, çağdaş antropolojide etnografın araştırmacı konumunu ve
otoritesini sorgulamak üzere geliştirilen özdüşünümselliğe (self-reflexivity) ciddi katkılar
sağlamıştır (bknz.
Clifford, 1988; Clifford ve Marcus, 1986; Marcus ve Fischer, 1986). Kültürel eleştirinin temelinde, “temsil krizi” yani, antropolojinin
araştırma konusunu (insan toplulukları ve onlarla ilgili sosyokültürel ve diğer
unsurları) temsil etme kabiliyetine dair duyulan şüphe yatıyor. Bu kriz,
disiplinin doğruyu söyleme yetisinden ziyade, üretilen bilginin nesnelliği ve
geçerliliğinin sorgulandığı bir eleştiriyi ifade eder. Araştırma sürecine içkin
hiyerarşik ilişkiler ve güç dinamiklerini açığa çıkaran eleştirel bir tutum söz
konusudur. Bu tutum, aynı zamanda, antropolojik yazımın araştırmacı ve
araştırılan arasındaki eşit olmayan ilişkiyi gizleyerek, etnografın otoritesini
güçlendirmeye yarayan bir edime dönüştüğünü ortaya koyar. Konumsuz, bakış
açısız bir bilimsel bilginin imkansızlığını, bilginin her zaman şüphe ve
sorgulamaya açık olması gerektiğini vurgular. Kendini “aktivizmin eşiğinde”
konumlandıran (Marcus, 1998) kültürel eleştiri kuramının aktivist
araştırmalarla ilgili çekinceleri vardır. Politik meşguliyetin araştırmacılığın
önüne geçmesi, analitik görüşü zaman zaman kapatması akademik aktivizme dair
tespit ettiği en temel sorundur. Öte yandan, kültürel eleştirinin kendisine
yöneltilen eleştiriler de kayda değer. Kültürel eleştirmenlerin antropolojik
bilgi üretiminin maddi koşullarını radikal bir biçimde değiştirememiş olmaları
ve araştırmacı-araştırılan arasındaki eşit olmayan ilişkiyi tersyüz edecek yeni
metotlar geliştirmekteki yetersizlikleri zikredilen sorunlarun başında yer
alıyor (Hale, 2006).Bu bildiride, bütün bu karşılıklı
çekincelere rağmen, kültürel eleştiri ile aktivist/eylem odaklı ve genel olarak
uygulamalı antropoloji arasındaki bağın göründüğünden daha güçlü olduğunu,
kuramsal iç görü ve araştırma metotları açısından birbirlerini beslediklerini
savunuyorum. Örneğin, kültürel eleştirinin daha eşitlikçi bir etnografik
anlayış yerleştirme çabalarına katkıda bulunur nitelikteki topluluk tabanlı araştırmalar
hayli umut verici. Kentlerin kenar mahallelerinde yaşam koşullarını
iyileştirmeyi hedefleyen projeler, toplumsal refah ve sağlık projeleri, göç
politikalarını hedef alan araştırmalar bu tür çalışmalardan sayılabilir.
Bunlardan çoğu sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği içinde, bazen bizzat onlar
tarafından, gerçekleştiriliyor ve hemen hepsinin nihai amacı bilimsel
araştırmanın çalışılan topluluğun güçlenmesi, gelişimi ve hak mücadelelerine
katkı sağlamak (Rylko-Bauer vd., 2006). Sahayı temsil etme meselesi,
sadece kültürel eleştiri değil, aktivist antropoloji için de görmezden
gelemeyeceği kadar mühim bir sorunsaldır. Aktivizm merceğinden baktığımızda, bu
etik sorunu politik ilişkilenmelerden bağımsız düşünmek imkânsız. Burada,
temsil meselesiyle, toplumsal olgulara dair hakikati konuş(a)ma(ma) sorununa
işaret etmenin yanı sıra, aktivist-araştırmacının başkalarını temsilen söz
söyleme ve harekete geçme girişiminin sıkıntılı bir süreç olduğu, demokratik
prensipler kenara bırakıldığında, yeni hiyerarşik ilişkilere, dışlayıcı ve grup
içi farklılıklara kör söylem ve edimlere yol açabileceğine işaret ediyorum. Söz
konusu aktivizm olduğunda –örneğin, etnik azınlıklar, mülteciler gibi dezavantajlı
gruplarla iç içe çalışan sosyal bilimcileri düşünürsek– meselenin ikinci boyutu
daha çok ön plana çıkıyor. Güncel eylem araştırmalarında başvurulan katılımcı
metotlar bu türden bir temsil sorununun üstesinden gelmenin yollarını önerir
nitelikte. Bu çalışmaların katılımcı yönünü, yerel aktivistleri ve hatta
sıradan topluluk üyelerini araştırmada etkin kılma, uzman görüşler kadar yerel
bilgi ve pratik tecrübeden yararlanma çabası belirler. Böyle bir çabaya girmek,
‘evrensel kanun’ların bilgisini sunan kuramı tikellerin kavranması anlamındaki
pratik bilgiye yeğleyen geleneksel araştırma anlayışına ciddi bir başkaldırıdır
(Calhoun, 2008). Kısacası, eylem araştırmaları, deneyime dayanan, ‘uzman
olmayan’ görüşlere yer verir (Eikeland, 2006; Greenwood, 2008).
Araştırmayla eylem ve hak savunuculuğunu bir arada düşündüğümüzde,
karşımıza bu kez de başka etik sorunlar çıkıyor: Madunların, dezavantajlı
topluluk ve bireylerin antropolojik yazınla seslerini duyurmalarına vesile
olduğumuzda, onların kendi sözlerini söylemeye, kendi kelimelerini kullanmaya
imkân tanıyor muyuz? Yoksa, onlara halâ evrensel kabul ettiğimiz, çoğu kez
Batılı kullanımlardan devşirdiğimiz, kavramlarımızı mı dayatıyoruz? Bildirinin
son kısmında, dayanışmacı etnografik modeller geliştirme çabasındaki aktivist antropolojinin
kendine has temsil krizinden nasıl çıkabileceğini tartışacağım. | |